Merhabalar. 2024 yılının Son günlerindeki ÖTV indirimi konusundaki yeni düzenlemeler beni uzun zamandır planladığım pozitif ayrımcılığın getiri ve götürüleri konusunda bir şeyler kaleme almaya itti. Biraz uzun bir yazı oldu. Şimdiden sabırla okuyacaklara teşekkür ederim.
Kategori: Yüreğimden ve Aklımdan Damıttıklarım
Yazan: Bryan Bashan (Be My Eyes Başkan Yardımcısı)
Özgün kaynak:
https://www.bemyeyes.com/blog/be-my-eyes-inclusive-language-guide
Çeviri ve uyarlama: DeepL desteğinde Engin Yılmaz
Çevirenin Notu: Be My Eyes için hazırlanan ve özgün olarak İngilizce dilindeki ifadelere göre bir konum alan bu metin Türkçedeki doğru karşılıklarına göre uyarlanmıştır. Dolayısıyla birebir çeviri olarak düşünülmemelidir.
Kullanıcılarımızı nasıl çağırıyoruz?
İlk olarak, kör kelimesi saygın ve olumludur. Örtmece sözcükler bulmaya gerek yok. Son araştırmalarımız tüm kullanıcılarımızın ¾’ünün bir miktar görme yetisine sahip olduğunu gösteriyor. Sonuç olarak, kullanılacak iki kelime “kör veya az gören insanlar” olacaktır.
Üzerimize ne çok olmayan kıyafetler giyeriz kalıplara uymak için bazen dimi? Şu an nasıl giyindi herkes acaba? Bir tören! En şık, en hoşa gidecek şeyleri giymek, takıları takmak, kokular sürme eğilimindeyiz bu coşkuyu yaşamak için adeta. Düğünlerde de öyle değil midir? Gelin ve damatın dışında herkesin eğlendiği veya Mış gibi yapıp kim neyi giymiş dedikodusuna tutuştuğu anlardan yalnızca biri.
Bu aralar kör olmayan arkadaşlarımda değişik bir duyar kasma fark ediyorum. şu filmi izledin mi derken birden pardon şeklinde düzeltme ihtiyacı duyuyorlar kendilerini. dün Ahmet’i gördüm dersem nasıl yani diye şaşırıyorlar. Bu tür kötü niyetli olmayan ama sinir edici diyalograrı yaşadığım arkadaşlara sözüm:
Görme, izleme, seyretme yalnızca gözün tekelinde olan şeyler değil. spacial, Yani uzamsal diye bir kavram var. burada, işitme, dokunma, ve diğer duyuları kullanarak da çevreniz, sizin pozisyonunuz hakkında detaylı bir görünüz olabiliyor. buna mobilite ve oryantasyon deniyor.
Bir kör maçı radyodan dinlerken, ve televizyondan izlerken, ya da tribüne gittiyse yaşadıkları aynı değil. çünkü televizyon veya tribünde yaşanan ambians çok daha farklı ve güzel. Bu da, yalnızca dinlemeye indirgenemez. Bu yüzden bizlerde izlemek, görmek gibi günlük terimleri kullanıyoruz.
Bundan daha önemlisi, tam muhabbetin ortasında böyle kelimeler geçince duruma limon sıkmanız, aradaki doğal olabilecek ilişkiyi mahfediyor. Beni Engin olarak değil yalnızca kör biri olarak algıladığınızı hissettiriyor. mikro saldırganlığın ilk maddesi yani: Kimliğin inkarı. Sen ne yaparsan yap, benim gözümde her şeyden önce körsün, sağırsın, otistiksin. Başka hiçbir şeyin önemi yok. Bu da her eylemin, söylemin bir şaşkınlığa dönüşmesine neden oluyor. Sorun şu: Durum böyle olunca aradaki kalın duvarlar ve gerçek ilişki asla kurulamıyor. bilginiz olsun istedim.
Merhaba. Dün ileti kutuma yine Avrasya maraton bilgileri düştü. Parkur, başlangıç saatleri vs. Bu sabah tartım kilomu 74,2 olarak gösteriyordu. Bundan 3 çeyrek yıl öncesinde aynı tartıda rakam 104 civarıydı. İşte maraton sürecinin en somut çıktısı. Ama anladım ki bu sene mesele sonuçlar değil süreçlermiş. geçen izlediğim bir filmde şöyle bir repliğe rastladım, sonuçlara bakıp ne çok ıskalıyoruz süreçleri?
Geçtiğimiz yıl bloğumdaki maraton yazıma bir göz attım da, demişim ki, her şey 42195 metrenin o son 195 metresi için. Ne büyük bir yanılgı. O 42 kilometre olmasa ne anlamı olurdu son 195 metrenin! İşte süreç dediğim öyle bir şey. Maratonun kendisi bir süreç aslında.
benimkisi üç yıldır devam ediyor. Basit bir kilo verme denemesiyle başlayan, hafif yürüyüşlerle devam eden, koşu tutkusuna dönüşen yeni bir deneyim.
Evet başlangıçta hedef yine sonuç odaklıydı, 82 kiloya düşmek, 15 kilometre koşabilmek, yarı maratona katılmak. Tam maratonu bitirmek. Ama her sonuç sonrası şimdi ne olacak duygusu.
Halbuki anlıyorum ki süreçlermiş önemli olan. şimdi 10 kilometreyi 55 dakikanın altında koşabiliyorum artık. Murat’a göre 4 saatin altında bile koşarız maratonu. Bana göre 4 buçuk saatin altı yeterli. Belki de bir şey olur hiç bitiremem. önceki yıllarda bu senaryo beni dehşete düşürmeye yeterdi. Ama şimdi 3 yılda kazandıklarıma bakıyorum da, maraton günü her şey ters gitse ne fark eder ki? ben hayatımdan ağırlık atarak süreç yaşamayı öğrendikten sonra, gerisi teferruat değil mi?
ağırlık atarak özgürleşmek. dernek ve ileti gruplarındaki anlamsız, yorucu, hiç bir yere götürmeyen polemikler, çalıştay ve kongrelerde sizi konu mankeni yapanlarla olan sıkıcı mücadele. Başkaları ne diyecek diye kendinden vazgeçmenin yükü. işte bunun gibi şeyler ağırlıklar. Gerçek özgürlüğün bazen vazgeçebilmek olduğunu anlamak. Asıl ağırlığı konfor alanlarının sahte rahatlığının yaptığını kavramak.
Bir de ağırlık attıkça kazanılanlar var. Türker abiyle başlayıp, Erhan, Ayşe, El Ele koşu kuvveti, Beat Monday ve İlkay abiyle oluşan harika dostluklar. Cumartesi sabah 6’da başlayıp güneşin doğuşunu selamladığımız koşular. Sokakta sabah kendim gibi yaşamanın enerjisiyle yapılan canlı yayınlar. sonucun değil asıl yolculuğun, koşunun verdiği huzur ve uçma hissi.
Dedim ya, atılan ağırlık kilo değil. Anneme göre yüzüm gözüm solmuş çökmüşüm. başkalarına göre çok fit olmuşum. Kim doğru söylüyor önemli mi? ruhumuzdaki ağırlıkları atabiliyor, küçülerek de büyünebileceğini duyumsuyorsanız, başkalarının gözleri artık sizin aynanız olmuyor. Yani 6 ayda şu kadar kilo verdim saçmalıklarına kapılıp, sonucu alır almaz verileni iki katı geri almak, ya da sonuca değil sürece odaklanmak. İşte bütün mesele bu.
Esas süreç bu bence 6 Kasım’da yine maraton var. Her yarış gibi orada da bir hedef var. yaparsam tabi ki uçarım mutluluktan, ama bu, ne her şeyim bir sonu, ne de yepyeni bir başlangıç, yaşam yolculuğundaki harika bir deneyim sadece. Yaşanacak ve zevk alınacak müthiş bir an. O keyfi bırakıp tasalanmaya değer mi? 6 kasımda yine maraton zamanı. O heyecanı beklemek, farklı kilometrelerde ne yapacağını düşünmek, yorulunca edeceğim küfürleri hayal etmek, ama biter bitmez ne zaman Berlin’e gidiyoruz, bir sonraki yarışın tarihi neydi diye sormak. İşte süreç, işte yolculuk ve onu özel yapan şeyler. herkesin kendi yolculuklarını bulması dileğiyle.
1. kör ebeveyniyle gördüğünüz çocuğa hediye, para vs vermeye çalışmayın.
2. Hadsiz biçimde çocuğu neden anneni karşıya geçirmiyorsun diye azarlamayın.
3. Karşılaştığınız bir köre, beni tanıdın mı iki yıl önce de seni karşıya geçirdim gibi bir soru sormayın.
4. Toplu taşıma kullanan bir körü görür görmez arkadaşa yer verelim diye bas bas bağırıp kişiyi afişe etmeyin. Yalnızca o an boş yer varsa destek olun.
5. herhangi bir yerde sakince sırasını bekleyen bir körün kolundan tutup öne geçirmeye çalışmayın.
6. Yolda karşılaştığınız bir köre otomatik olarak sen hangi dernektensin diye sormayın.
7. Herhangi bir yerde yanına oturduğunuz ve hiç tanımadığınız bir köre adından bile önce doğuştan mı, hiç mi tedavisi yok sorularını savurmayın.
8. size bir yeri soran köre şurası, burası gibi işaret zamirleri ile tarif vermeyin.
9. sokakta bir şekilde eşlik ettiğiniz köre çubuğunu kaldır gibi tavsiyelerde bulunmayın.
10. sokakta kendi halinde yürüyen bir köre durup dururken, Allah Yardım etsin, sizin işiniz çok zor şeklinde laf atmayın.
1. Yolda bastonuyla giden birine arkadan düz git diye seslenmeyin.
2. karşınızdan gelen birine sağ sol diye komut vermeyin. çünkü muhtemelen sizin sağınız onun solu.
3. yolunda yürüyen birine dur yanlış gidiyorsun diye bağırmayın. Muhtemelen onun kafasında bir harita ve bildiği bir şey var. Yanlış gidiyorsa ve çarpacaksa bile bu, onun sorumluluğunda.
4. Sakın ha sakın, izin almadan, sormadan kesinlikle kimsenin koluna, eline dokunmayın.
5. Otobüse, minibüse binen birine çekilecek eşya muamelesi yapıp hiç konuşmadan yer vermeye çalışmayın. Eğer boş yer varsa, uyarın yalnızca.
6. Tanımadığınız hiç bir kimseyle sen dilinde konuşmayın.
7. size yol soran birine, ne yapıcan orda, ama çok uzak orası gibi akıllar vermeyin. Bilmiyorsanız bilmiyorum deyin yeter.
8. kimseyi, şu, bu, gibi işaret zamirleriyle nitelemeyin.
9. metro ve benzeri yerde, yakında yürüyen merdiven varken, kimseyi zorla asansöre yönlendirmeyin.
10. Biri sizden yardım istemediğini belirttiyse lütfen ama lütfen inat ve ısrar etmeyin.
1. Okullarda para toplayan, bir yerlerde kapak isteyenler.
2. Gözleri bağlama, kulakları tıkama, sandalyeye oturma tarzı acıma ve anlamsız hayranlık dışında hiç bir işe yaramayan etkinlikler.
3. Engelli kardeşlerim diyenler.
4. Azmi taktir etme yarışına girenler.
5. Günlük basit etkinlikleri bile başarı hikayesi diye yazan ilham pornocuları.
6. Herkes potansiyel engelli adayıdır diyenler.
7. Sizi karşıya geçirirken, ama benim için dua et diye rüşvet isteyenler.
8. Sevgi her engeli aşar diyenler.
9. tüm yıl ayrımcılığın dibine vurup tam bu hafta açılış etkinlik yapan tüm kurumlar.
10. Engellilerimize sahip çıkalım diyen politikacılar.
11. Sokaklarda sakatlığını kullanıp acımtırak müzik yapan sözde mağdurlar.
12. iş yerlerinde tek bir sakat istihdam etmeyip sözde sosyal sorumluluk yapanlar.
13. hukuk deyip en sağlamcı sözlerle tanık diye dayatan noterler.
14. sakatları etkinliklerinde meze diye kullanıp aslında kendine çıkar sağlayanlar.
15. sokakta Allah şifa versin, hastanede hiç mi tedavisi yok, sınıfta sizin için ayrı okullar yok mu diyenler.
Yolda yürürken, ya da bir yerde otururken, otobüsteyken, size bakarak yanınızdakinin ağzından hafif mırıldanan şükür sözleri döküldü mü hiç? Çok yüksek sesle de yapmazlar hani “allahım çok şükür, çok şükür” diye defalarca duyulan nida.
Gerçekten niyet nedir orada peki? Sahip olduklarına, yaşadıklarına olan bir teşekkür mü? Yoksa benim gibi olmadığı için duyulan bir şükran mı? sahi niye şükreder biri? Nedir amacı?
Kuşkusuz dinsel bir anlamı var şükrün. Bu konuda hiç bilmediğim sulara girip hadsizlik etmek değil niyetim. Ama şöyle basit bir internet araştırması yaptığımda, şükrün allahın verdiği nimete olan bir minnettarlık olduğu sonucunu çıkarıyorum. Dr. Durak Pusmaz’ın Diyanet dergisindeki Kuran’da şükür kavramı yazısında şükrün dil ile, kalp ile, azalarla ve amel ile yapılacağı anlatılıyor. Dil ile şükür, yani sürekli bizim maruz kaldığımız şey esasında verilen nimetin ve iyiliğin anılması maksadını taşıyormuş. Kalp ile şükür ise asıl nimeti verenin Allah olduğunu bilmek ve bundan sevinç duymak olarak açıklanıyor Pusmaz tarafından. Azalarla şükür ise, vücudumuzdaki tüm organların bize bahşedilmiş birer nimet olduğunu bilmek ve onları yaratılış amacı doğrultusunda kullanmakla oluyormuş. Makalenin tamamına ulaşmak için:
Adresini kullanabilirsiniz.
Dediğim gibi, asla bilmediğim konularda ahkam kesmek değil niyetim. Sadece olur olmadık yerlerde özellikle bizim duyacağımız şekilde dökülen sözlerin gerçek bir karşılığı var mı diye merak ettim. Yolda, markette, toplu taşıma aracında, parkta vs, yanımıza yaklaşıp güya yardım edeceğim derken sürekli benimle konuşmak yerine şükreden birinin asıl amacı kendisine verilen bir nimete mi teşekkür etmek, yoksa iyi ki benim yerimde olmadığı için duyduğu bir rahatlama mı acaba diye şüphelenmek çok mu niyet okuma olur sizce? Farklı olanı beterin beteri olarak görüp şükrü bir kıyas aracı olarak kullanmak. Kendince karşısındakini aşağıda görüp onun gibi olmadığı için yaşanan iyi hissetmeyi açıkça dile getirmek. Yani farklı olanı bir iyi hissetme aracı haline dönüştürmek.
Şükür bireysel bir inanç aslında. Kimin, neye niçin şükrettiğini yargılama hakkımız yok elbet. Lakin özellikle farklı olanın yanında gelişen hal ve hareketler bazen bir mikro saldırıya dönüşüyor. Karşıya deniyor ki, bak ben senden üstünüm. Sen eksiksin ben tam. Çok şükür ki senin durumunda değilim. Birincisi akıldan geçen ve dille açıkça belirtilen bu tarz düşüncelerin ancak şahsi duygular olduğu muhakkak. Bilgisizlik ve önyargının dışa vurumu. Geçen yolda yürürken, yine birisi elime para tutuşturmaya kalktı. Nasılsa ramazan ya, böylece rahatlatacak kendini. Belki benim senden daha çok param var ne biliyorsun şeklinde sorunca, olsun dua edersin diye ısrar etti adam. Biz almadık tabi parayı. Yine al dua edersin diye işi uzatınca, ben de biraz daha devam edersen beddua edeceğim dedim, uzaklaştı yanımızdan neyse ki. Her bir kör faninin başına gelen klasik bir olay. Kamusal alanda dolaşan beterin beterleri olarak dışarıya bir iyi hissettirme, sevap işleme şükretme nesnesi olan konumumuz.
İkincisi de güya sevap işlemek amaçlı yapılan bir eylemin açıkça başkasını hor gördüğü için istenen sonuca ulaşacağı da tartışmalı. Bir tarafıyla karşı tarafı kıran, belki daha kötü hissetmesine neden olan bir fiil çıkıyor ortaya. Ayrıca burada mesele bir nimete sahip olup olmamaktan çıkıyor, başkasının aynı şeye sahip olmaması üzerinden mutluluğa dönüşüyor ki, bunun ahlaki doğruluğunu biraz düşünün isterseniz. Yani dostlar şükrü bir kıyas aracı olarak kullandığınızda, bilin ki, ben de karşı taraf olarak bana biçilen beterin beteri rolünü reddediyorum ve bu rolü biçenlere hakkımı helal etmiyorum. Bilginize.
Bundan birkaç ay öncesi bir kış günü. Sevda’yla birlikte eve doğru yürürken sokakta oynayan bir çocuk yaklaştı yanımıza. “Aaa! Abi senden bir tane daha var.” Âdem abiyle epey yakın oturuyoruz, onu kastediyor muhtemelen. İkimizin de kör oluşu, diğer tüm özellikleri görmezden gelmek için yeterli. Birkaç zaman sonra o çocukla bir daha karşılaştık. Bu sefer Âdem abi de vardı yanımda. Şakayla karışık takıldım. “Bak, benden bir tane daha var diyordun ya, bu di mi?” dedim. O da “Evet abi” dedi. Muhtemelen hepimizin yüzlerce kez karşılaştığı bir şey bu aslında. Ama çocuğun sözleri bu yazıyı düşürdü kalbime, beynime. Nasıl oluyor da tek bir özellik, bütün diğer niteliklerin önüne geçip bizi tanımlayan tek şey oluveriyor? İnsanları böyle tanımlara iten ne?
Aşağıda vereceğim EEEH Dergi Bağlantısında okuyacaklarınız, şimdilik üçlü bir yazı dizisinin ilki. İnsanların farklı bir şeyle karşılaştıklarında algılarının nasıl bu farka tutsak olup kalan her şeyi yok saydıklarını anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Sizler de yorumlarınızda tutsak algı örnekleri verir misiniz? Böylece zenginleşir repertuarımız ne dersiniz?
https://eeeh.engelsizerisim.com/yazi/alginin-tutsakligi-1-senden-bir-tane-daha-var-abi