Üzerimize ne çok olmayan kıyafetler giyeriz kalıplara uymak için bazen dimi? Şu an nasıl giyindi herkes acaba? Bir tören! En şık, en hoşa gidecek şeyleri giymek, takıları takmak, kokular sürme eğilimindeyiz bu coşkuyu yaşamak için adeta. Düğünlerde de öyle değil midir? Gelin ve damatın dışında herkesin eğlendiği veya Mış gibi yapıp kim neyi giymiş dedikodusuna tutuştuğu anlardan yalnızca biri.
Peki evimizde, işimizde, okulumuzda, tatilde ruhumuza geçirdiğimiz özümüzü yok sayan maskeler? Göze batmayayım, ama biricik olayım. Aman sürüden ayrılmayayım lakin parmakla gösterileyim. Bir yandan gruba ait olma adına kendimizden vazgeçip diğer yandan tek olma çabası.
Esasında tüm bu tantananın ardında çok önemli bir korku gizli: dışlanma, ötekileştirilme. Araştırmalar dışlanma duygusunun fiziksel bir acı kadar can yaktığını gösteriyor. Ama dışlanmamak için ödenen bedel çoğunlukla özümüzü kaybetmek, normal denen kurguya teslim olmak anlamı taşıyor. Yani sağlam, normal, ideal denen tam da ne olduğu belirsiz hayali bir tasvir yapılıyor ve herkesin onun içine sığması bekleniyor. Bu elbise de kimimize dar, kimimize çok bol geliyor. İşin garibi, kimse o elbiseyi dikeni suçlamıyor. Tüm kusuru kıyafete sığamayan ruh ve bedenlerde arıyor.
Bizlere dayatılan sağlamcı sistemin amacı belli. Tek tip, öngörülebilir, kolay idare edilebilir bir toplum. Böylece her şeyin standart olduğu, ekstra masraf, çaba ve zamana ihtiyaç olmayan bir yaşam. Eğitim, üretim, istihdam, eğlence, ulaşım hep bu kurgu standart insana göre planlanıyor. Bu nedenle ülkemizde 100000’den fazla disleksili çocuk öğrenemiyor şeklinde etiketleniyor. O yüzden 1500000’a yakın otistik kişiye özel gereksinimli diye ad takılıyor. Bu kalıplar dikkat farklılıklarını bozukluk diye niteliyor. İletişimi tek bir modele indirgeyen anlayış, sağırları dilsiz olarak da adlandırabiliyor. Harfleri tek bir formata hapseden yayınevleri dünyada sayıları 300 milyona yaklaşan kör ve az gören nüfusu kapsama alanı dışında bırakabiliyor. Beslenmeyi kalıplara yerleştiren sistem her 100 kişiden biri olan Çölyaklılara sıfır bulaş garantisi vermek istemiyor.
Dedim ya, hepimiz kurgulanmış standart bir elbiseyi giymeye zorlanıyoruz. Giyebilenler normal ve sağlam, giymeyenler ayrı, eksik, bozuk, engelli şeklinde etiketleniyor. Sorun şu: aslında sonuçtan hiçbirimiz mutlu olmuyor. Yüzlerde bir maske, Mış gibilerle geçiriyoruz yaşamlarımızı.
Yalnız şöyle bir durum var. Ne geçmişte ne de şimdi dünyayı değiştirenler sözde normaller arasından çıkmıyor pek. Hayır bir tek Einstein, Darvin, Tesla, Mozart gibi davranışlarına bakılarak bir nöro çeşitliliğe sahip olduğundan şüphelenilen kişilerden söz etmiyorum. Homeros, Aşık Veysel, Beethoven, Roosevelt, Garrincha da değil konu. 2012’de İsveç’in Karolinska enstitüsünde 1200000 kişi üzerinde yapılan bir araştırma, sanatçı, bilim insanı ve yaratıcılık gerektiren mesleklerde çalışanlar arasında Bipolar, şizofreni, otizm gibi tanıların çok daha fazla olduğunu göstermiş. Derdim bir şeyleri romantize etmek değil. Zira bence yeti farkları kutlanılası ya da utanılası şeylerden öte, birer karakteristik. Ne eksik ne fazla. Ama Şundan emin olabiliriz: hangi yetileri olduğundan bağımsız, dünyada bir değişim yaratan insanlar farklılıklarını diğerlerine göre daha az maskeleyenler, rağmen diye nitelemeyip avantaja dönüştürebilenler arasından çıkıyor.
Dikkat ettiniz mi günümüzde hepimizi sarmalayan yapay zekâ çok korkutuyor bazılarını. Sanki normalleşme kurgusu üzerinden esir edilmemişiz gibi, makinelerin insanları ele geçireceği kaygısı. Bence asıl neden alışıldık konfor alanının değişmesi. Örneğin çok yakın zamanda dil farklılıkları bir iletişim engeli olmaktan çıkacak. Tek kalıba hapsedilen çeşitli işler zincirlerinden kurtulacak. Günlük çoğu rutin insan tekelinde kalmayacak. İyi de yerine ne konacak? Yani gün tek tipleşme değil farklarımızı sahiplenme günü.
Tam da bu nedenle şu an birlikte bir anı paylaşırken bizler bir direnişin parçasıyız bilerek ya da bilmeyerek. Bu direniş harflerin, bilginin tek bir formata tutsak edilmesine olan bir baş kaldırı. Bu direniş, kitabın, okumanın, yazmanın yalnızca tek bir tipte gerçekleşebileceği dayatmasına karşı bir isyan. Bu direniş, farklılıkları olan herkesin, bunu bir eksiklik değil çeşitlilik, yoksunluk değil zenginlik olarak kutlayacağı bir araya geliş.
Sizler, bizler, halimize şükretmek için burada değiliz. Kendimiz olarak, bize zorla empoze edilen kalıplardan ibaret olmadığımızı haykırmak için buradayız. Geçen hafta Sevda’yla gittiğimiz yemekte garson Enginar önerince yüzümü buruşturup kalsın derken buldum kendimi önce. Sonra çıkıp konfor alanından denemeye karar verdim. Önüme gelen ızgara enginar ve sonrasındaki enginar tatlısı bana bu konuşmanın son cümlelerini yazdırıyor. Ne dersiniz, çocukların nefret ettiği, diyetisyenlerin dayattığı, haşlanmış, tatsız, tuzsuz bir enginar olarak mı kalacağız, yoksa normlara meydan okuyup kendi potansiyelimizin peşinden mi gideceğiz? Hoşgeldiniz.