Okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz tüm psikoloji ve sosyoloji kuramlarında insanlığın ölümsüz olma motivasyonundan söz edilir. Freud, tüm insan davranışlarının ardında üreme ve yaşama isteği olduğu savı üzerine kurmuştur teoremini. Dehşet Yönetim Kuramına göre insanı diğer canlılardan ayırt eden özelliklerden birisi bir gün öleceğini bilmesidir ve bu korkunç duyguyla baş etmek için bir biçimde ölümsüzlüğe ulaşmak uğruna, çocuk yapmaktan ibadet etmeye, kitap yazmaktan güçsüz yönlerini anımsamamak için kendini sakat diye nitelediği kişilerden soyutlamaya kadar bir dizi eylem ve söylem içindedir. Yani bedenen olmasa bile ruhun ama dini, ama farklı yollarla geleceğe gitmesi ve yaşamasıdır temel gaye. Tüm bunlar üzerine binlerce film çekilmiş, şiirler, şarkılar yazılmış, anıtlar, yapıtlar ortaya çıkmıştır. İyi ama ölümlü olmayı becerebiliyor muyuz dersiniz? Zaman zaman kaybolmayı, dikkat çekmemeyi, istediğinizi sorgulanmadan, bakışlar altında olmadan yapmayı, kimseye hesap vermemeyi dilemediniz mi hiç? Hep en başarılı, en yukarıda olmak mıydı gerçekten isteğiniz, yoksa kendi dürtülerinizi kimsenin yargısı olmadan doya doya yaşamak mı acaba? Hele ki toplumun çoğundan daha farklı bir yeti farkınız varsa, o zaman kendinize itiraf edemediğiniz bu istek birkaç katına çıkmadı mı yaşamınızda? Gelin biraz daha deşelim mi bunu?
Sıradan olmak, bir hiç olmak, görünmemek, görünseniz de dikkat çekmemek. Hoppala! Ne diyor bu herif! Kafayı yedi herhalde. Bugüne dek görünmezlik üzerine onlarca şey yazıp şimdi görünmez olmayı istemek de neyin nesi? Ayrıca insan doğasına ne kadar da ters bunlar. Depresyonda herhalde. Zaten normal değildi, şimdi hiç değil.
Bir gün annem ve Zerrin ablamla birlikte dondurmacıya girdik beraber. Annem hadi sen al dedi dondurmaları. Herkes gibi sıramı beklerken, adam sürekli başkalarına öncelik verip bir türlü bana sıra gelmemesini sağlamıştı. Beni alenen görmezden geliyordu. Sonunda birimiz dayanamadık ve sinirlenip çıkıp gittik oradan. Oysaki tek isteğim bir külah dondurma almaktı dükkandaki herkes gibi. Ne eksik ne fazla… Sanırım ayrımcılığı ilk kez bu kadar açık hissettiğim, belki de benden başka kimsenin hatırlamadığı bir andı o sıra.
Üniversiteyi bitirmiş KPSS’den yüksek bir puan almışım. Atamam yapılmış. Tam atandığım okula başvuracağım, birden atamamın iptal edildiğini öğreniyorum. Meğerse engellileri daha sonra görüşüp atayacaklarmış. Bu şekilde tam paraya ihtiyacım olduğu yüksek lisans döneminde 2 ay geç başlayabiliyorum işe. Oysaki, tek isteğim herkes gibi işime başlayabilmekti yalnızca.
Yeni evlenmiş Sevda ile hesap açmaya gidiyoruz. “Olmaz” diyor beriki, “şahit lazım.” “Bankamatik kartı almanız için noterden belge lazım.” İşler gecikiyor, kavga gürültü… Oysaki dikkat çekmeden, sıradanca hesap açmaktı niyetimiz.
Sonra bir gün ilk kez uçağa biniyoruz. Havada olmanın heyecanını tam yaşayacakken 3 kişi telsiz sesleriyle geliyor yanımıza. Sizi indirmemiz lazım çünkü yok refakatçiniz. Ortalık yine karışıyor, bin türlü mücadele… Sonunda uçuyoruz ama açtığı onca manevi yaradan sonra neye yarar ki? Oysaki her yolcu gibi koltuğumuza yaslanıp uçak korkusunu, gelecek ikramların lezzetini tartışmaktı amacımız.
Sınava girip sorulardan çok gelecek okuyucunun performansını düşünmek, restorana gidip kendi hesabını ödemek için dil dökmek zorunda kalmak, dolmuşa binip afişe olmadan şuradan iki kişi uzat diyebilmek ve sorunsuzca tamamlamak yolculuğu, takside “nasıl tarif edecek bu” kimliğinden çıkıp yolcu olabilmek, sokakta kimse bir tarafınıza dokunmadan yürüyebilmek, spor için özgürce insanlara dil döküp bin bir takla atmak zorunda kalmadan koşabilmek. İşte dostlar, tüm bunlar aslında mükemmel olma, olağanüstü olma, ölümsüz olma falan değil, sıradan olma isteği.
Bir tek olumsuz durumlarda mı yaşanır sıradan olamamak? Bir düşünelim. İyi bir müzisyen körse önce kör müzisyen olur mesela. Bir başkası otistik bir doktor… Diğer bir başkası topal bir belediye başkanı… Bir diğeri kadın bir vali… LGBTi’li bir sporcu, zenci bir atlet. Lakin kimse kahverengi gözlü müzisyen, beyaz politikacı, kör olmayan belediye başkanı, erkek millet vekili demez. Çünkü siz farklılığınıza rağmensinizdir. Ancak her zaman o farkınız her etiketin en üstünde yer almak zorundadır. Öğretmen bir kör öğrencimiz var der mesela. İş yerindeki amiriniz özel bir çalışan diye tanımlar sizi. Yani sıradan olmanız imkansızdır. Böylece de sıradan bir muamele göremezsiniz hiç.
Toplum sizi sıradan yapmayınca, o zaman yeti farkı olanlar iki şeyden birini yapar. Bazıları kendilerine yapıştırılan o etiketi suçlayıp kurtulmaya çalışır ondan, yokmuş gibi yapar, gizler. Yeti farkına ait tüm sembol ve simgeleri, arkadaşlarını görmezden gelir. Böylece bir anlığına sıradan olacağını sanır aptalca. Ancak içindeki “ya açığa çıkarsa” korkusu öyle ateşlidir ki yer bitirir onu. Yüreğindeki ateş kavurur bedenini ruhunu ve tüketir yavaş yavaş.
Benim gibi olan bir diğer grupsa bilerek ve isteyerek ortaya koyar farklarını. Bunu bir utanç değil gurur nişanesi haline getirir. İnadına konuşur, açığa vurur özelliklerini. Ancak bu grup da pek mutlu olmaz. Zira ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilir. Kendileriyle aynı farka sahip olanlarca fil dişi kulelerinde olmakla suçlanır. İstekleri kompleks ve hayaldir. Ayrıca diğerlerinin yardım ve sorumsuzluk içinde geçen rahatlarını kaçırdıkları için tehlike olarak algılanır. Kendisini sözde sağlam olarak tanımlayanlarsa algılamak istediklerinin dışında bir sakat portresine hazır değildir. Birisi sakatsa, bağımlı olmalı, her şeye minnettar kalmalı, sınırlarını bilmelidir. Aksi halde kendi özgüvenlerini sarsacaklarından onlardan uzak durulmalı, aforoz edilmelidir.
Halbuki her iki seçimin sahiplerinin de temel duygusu ölümsüz olmak, muhteşem olmak falan değildir. Bunlar belki biraz daha sıradan olabilirim duygusuyla ortaya çıkan paravanlardır. Esas duygu kalabalıklar içinde kaybolabilmek, kendini özgürce ve hesap vermeden yaşayabilmektir aslında. Çoğu kişi kaybolamadığı için çıkmak istemez tek başına dışarı. Tanıdığım epeyce insan sıradan olmayacağına inandığı için kalkışmaz birçok işi tek başına yapmaya.
Sakın yanlış anlamayın, sıradan olmayı istemek normal olmak demek değildir çünkü normal diye bir şey zaten yoktur. Kurgudur normal. Herkesin kendi farklarını bir kenara atıp daha az dışlanmak için zorla bir araya getirildiği bir esaret halkasıdır normallik. Bizi kendimizden koparan, bizi kendimizden uzaklaştıran bir zincir… O zincirin etki alanına daha çok girdikçe kendimizden daha çok vazgeçeriz ve mutsuzluk kaçınılmazdır. Sıradan olabilmek, aksine, kendimizi daha özgürce yaşayabilmektir. Farklarımızı başkaları ne söyler diye düşünmeden, saklamadan yaşayabilmek… Onlara rağmen değil, onlarla biz olabilmek. Ancak nasıl ki biri yalnızca gözü, kulağı, kolu, bacağı, zihninden ibaret değilse, nasıl ki bunların toplamı parçalardan başka bir şey oluyorsa, o bütün de bunlara rağmen oluşmaz oluşamaz. Yani ille de bir etiket tanımlayacaksa beni, adımdır bu, resmi olarak. Kişisel olarak ise benim o an karar verdiğim bir özelliğim. Hiçbir özellik benim tüm yaşamıma etki eden bir etikete dönüşmemelidir.
İşte dostlar en iyi, en başarılı, en doğru olmak yerine, bir yarışta birinci olmak, herkesi geçmek, en yükseğe çıkmak yerine, sıradan olmaya, kendiniz olmaya ne dersiniz? Sonra ne mi olacak? Belki daha mutlu olup daha çok dinleyeceğiz birbirimizi, yetmez mi?
“Sıradan Olmak Lazım Bazen” için 3 yanıt
sevgili engin abi, kalemine sağlık, çanakkaleden sevgiler
Sevgiyle Engin’im, öyle doğru bir anlatım olmuş ki, emeğine sağlık, Belgin
Engin bugün yola popcast Nilay Örnek söyleşini dinledim, seni tanıdım: sen ortalamanın, normal görülen kişiliklerin ( normali haklı olarak reddediyorsun) 10 yıllarca önündesin, sen Atatürk gibi çok sonra anlaşılan çok ileridesisin, bu geniş ufkun ne güzel….