Geçen gece bir yerden dönerken tam taksinin ön koltuğuna oturacağım, birden koltuk hareket etti düşeyazdım. Kaptan: “Pardon abi rahat et diye koltuğu arkaya alıyordum da”. Ben, onu ayarlayamam ya! Bu minik anın düşündürdükleri yazdırıyor bu satırları bana. Koltuktaki kırlent, sehpadaki saksı, askıdaki çanta. Hiç böyle hissettiğiniz veya hissettirildiğiniz anlar oldu mu hayatınızda? Benim o kadar çok olmuş ki dönüp baktığımda, belki de bugünkü kişiliğimdeki bazı izlerin sebebidir o anlar. “Dur ben yaparım.” cümle ve eyleminin insanlarda açtığı derin çukurları biraz inceleyelim mi, dilerseniz?
Geçen haftaki ebeveyn yazısını anımsayacaksınız. Ana babaların çocuklarını onlar için kisvesi altında nasıl da birey olabilmekten, kendi kararlarını verebilmekten uzaklaştırdığını tartışmaya çalışmıştım. İşin bir başka aracı daha var: “Dur ben yaparım.” Maalesef hiç sorumluluk vermemeyi mükemmel anne-babalık sanan önemli bir grup var hayatımızda. Çocuğu derslerinde başarılı olsun ama bir yumurta bile kıramasın. Sınıftaki en yüksek notu alsın ama bakkaldan bir ekmek dahi alamasın. Okul takımının birincisi olsun ama odasını toplayamasın. Ulusal sınavlarda ilk yüze girsin ama kendine bir sandviç bile hazırlayamasın. Liste uzayıp gider. Çocuğuna iyi bir gelecek hazırladığını iddia eden büyüklerin yarattığı bir tablo bu. Doğal ortamlarından uzaklaştırılıp sadece yumurta versin, çabuk büyüsün diye yetiştirilen tavuklardan, daha çok süt versin diye dışarı dahi çıkarılmayan sığırlardan farksız büyütülmeye çalışılan bir nesil.
Bu iş kör çocuklarda çok daha ileri gider, bilir misiniz? Özellikle görece maddi olanakları yüksek olan ailelere bir bakıyorum. Çocuklarına özel öğretmenler tutuyor, en başarılı olmaları için kurstan kursa taşıyor ama çocuk kendi ayakkabılarını bağlayamıyor. Dahi olsun diye her şeyi ona göre planlıyor, müsamerelerde en önde gururla bakıyor ama çocuk çatal bıçak kullanamıyor. Arkadaşlarıyla yemeğe gitmek istemiyor utancından. Hayallerinde çocuğunu yurt dışına göndermek var ama bastonuyla 3 adım tek başına yürümesine izin vermiyor.
İş yetişkinliğe evrilince düzeliyor mu sanıyorsunuz? Yanıt, kocaman bir “hayır”! Bir iktidar mücadelesi başlıyor ailede. Ben çocuğum için saçımı süpürge etmişken, o nasıl olur da elin kızını benden üstün tutar? Ben her türlü sosyal hayatımdan, işimden vazgeçmişken, o nasıl olur da bana karşı çıkar? Sanki tüm bunları çocuğu istemiş gibi yapılan yatırımın karşılıksız çıkmasının yarattığı hayal kırıklığı, öfke ve hüsran.
Bir de kendini aslında yaptığı işlerle tanımlayıp, buna o kadar da ihtiyaç olmadığını anlamak isteyememenin getirdiği bir garip duygu var, “durun, ben yaparımcılarda”, adlandıramıyorum. Biraz anlatayım belki siz bir isim bulursunuz. Çeşitli zamanlarda gittiğim farklı akraba ziyaretlerinde hep benzer sahneler görürüm. Evin büyüğü, annesi, ablası vs. sürekli bir şeyler yapmaktan şikayetçidir. Tüm evi o temizliyor, tüm yemek, çamaşır ve bulaşık onun üzerinde olduğundan, türlü ağrılar çekiyor yorgun olduğunu iddia ediyordur. Evdeki görece daha genç veya başka birinin ona hiç yardım etmediğinden yakınıp duruyordur. Eminim hiçbirinize yabancı gelmiyordur bu sahneler. Yalnız ortada ilginç bir durum görürsünüz daha yakından baktığınızda. Ne zaman ki bu şikayetleri samimi sanıp bir işin ucundan tutmaya kalksanız, bir anda beceriksiz ya da yeteneksiz yaftası yemeye de hazır olmalısınız çünkü yavaşsınızdır onlara göre. Ortalık çok karışıktır, yaptığınızda birinin de arkanızı toplaması gerekir ve onunla uğraşılacağına yapmayın daha iyidir. Tüm bunlar olmasa bile evin büyüğünden farklı bir yöntem kullandığınız için makbul değildir sizin yaptığınız. Bir süre sonra “dur, ben yaparım”a teslim olur, vazgeçersiniz.
Peki gerçekten sizin yanlış ve yetersiz oluşunuz mudur asıl neden? İşte, orada biraz duralım bence. Birilerinin kendini iyi hissettiği, değerli olarak tanımladığı bir alana girmişsinizdir gerçekte. Ona göre, çok zor, yetenek ve emek gerektiren bir rolü çalıyorsunuzdur. Bu da sürdürülen gizli iktidarı sarsar. Yani, yanlış yere çomak sokmuşsunuzdur. Biraz daha dikkat ettiğinizde, şikâyet cümlelerinin altında sürdürülmeye çalışılan gizli iktidarın bir parçası olduğunu anlarsınız. Her işi ben yapıyorum, aslında ben olmasam burası nice olurdu, o yüzden kararları da ben vermeliyim. Siz evdeki kırlent olarak bugün o koltukta yarın bu koltukta olabilirsiniz. Karar hakkınız yoktur.
Gelin-kaynana ilişkilerine bir bakın, bu örneği o kadar sık göreceksiniz ki. Ancak bir tek orada yaşanmaz bu işler. Dernek, örgüt, kulüp ve benzeri ekip çalışmalarının da önemli bir unsurudur “dur, ben yaparım” dayatmaları. Buralarda da bir lider kadrosu vardır. Her işi onlar kotarır, tüm bağları onlar kurar. Sürekli yorgun olduklarından, başkalarının işin ucundan tutmadıklarından da şikâyet etmeyi ihmal etmezler hiç ama gelecek her farklı öneri ve işi de bir bahaneyle reddediverirler. Kimse işi doğru yapamıyordur onlara göre. Belki, haklı da olabilirler ama doğru yapmak için fırsat yaratmada o kadar cimrilerdir ki…. Yani burada da aslında bir iktidarın sürdürülmesi vardır. Yapılan işlere göre kendini tanımlayıp bunlar üzerinden istediklerini yaptırma gayreti içinde bulunan ve statükoyu sürdüren bir grup. Ya oradaki diğerleri? Onlar da salondaki birer sandalyeye dönüşür istendiği gibi çekip itilen. Yanlış anlaşılmasın, kendimi de eleştiriyorum, sadece gözlemlediklerimi değil… Hepimizin zaman zaman bu tuzağa düştüğümüzü fark ediyorum.
Dürüst olmak gerekirse, “evdeki kırlent” benzetmesi bana ait değildi. Geçenlerde Parıltı Derneği’nden Ayşenur Hanım’la konuşurken, bazı ailelerin çocuklarına tutumunu açıklamak için kullandı bu terimi ve hemen atladım üzerine. Atladım çünkü çok yakın bir zamanda kendimle ilgili yaptığım psikolojik çözümlemelerde ben de evdeki yastık gibi hissettiğimi söylemiştim ve buna çok yakın bir tanımı duymak, yalnız olmadığımı anlamama yol açtı. Ailelerin çocuğun iyiliğini düşündüğünü söyleyip ona rağmen bulundukları tasarruflardan söz ediyorum.
Muhtemelen her birimiz farklı nedenler için hissetmiştir bu durumu. Ama ben en çok yatılı okulda okumak zorunda bırakıldığım 8 yıl için yaralanmıştım yüreğimin derinliklerinde. Biliyor musunuz, okuldan nefret eden bir çocuk oldum hep. Tüm pazartesiler hayatımın en büyük işkencesi olurdu. Akşama doğru göğsüme bir ağrı saplanır, cuma gününe kadar gitmezdi ama üzüntümü dile getirmeye hakkım yoktu. Abim ve ablam da oralardan geçmişlerdi. Bak, nasıl yapmışlardı! Hem ben üzülürsem annem-babam da üzüleceklerdi. Ha, hafta sonları da okulda kalan çocuklar ne yapsınlardı? Benimkisi şımarıklıktı!
Oysa ki tüm bunlardan bana neydi, neden yaşayamıyordum kendi üzüntümü ya da niçin bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu? Neden kimse bunu düzeltmek için bir şey yapmıyordu ya da hissetmiyordum ben bunu? Gerçekten bunlar benim iyiliğim için miydi?
“Dur, ben yaparım”lar yalnızca çocuk ile aile arasında gerçekleşmez. Çoğunlukla da sosyal hayatta farklı örneklerle gösterir kendini.
Bazen evimize kalabalık arkadaşlarımız gelir veya biz onlara gideriz Sevda ile. Yemek, çay, muhabbet. Böyle zamanlarda iki farklı durum yaşanır. Eğer gelenlerin hepsi körse bir eşgüdüm içinde servis yapılır, herkes işin bir tarafından tutar. Hiç de bir kaza yaşanmaz ama ortamda işgüzar bir kör olmayan varsa bir anda tüm ekip evdeki kırlente dönüşür. Her şeyi bilen arkadaş tüm servisi yapmaya kalkar ve ev sahibinin tüm düzenini alt üst eder. Ne olacak ki, çabucak halledecektir. Eline mi yapışacaktır? Of! Çok yorulmuştur. Yediğinden de bir şey anlamamıştır. Bizim yapmamız gereken ise kocaman bir teşekkür ve minnettarlık olmalıdır.
Yine bazı arkadaşlarımızla gittiğimiz yemek ya da kahvaltılar geldi aklıma. Ortam kalabalık ya ortaya söylenir kahvaltı ve yemekler. Biri de hemen senin tabağına servis yapma görevi alır. Garson zaten hiç muhatap olmamayı seçer. Yediğiniz içtiğiniz boğazınıza duruluverir. Bu sefer yemek masasındaki mindere dönüşürsünüz, ihtiyaca göre oradan oraya taşınan.
Ya gittiğim çeşitli organizasyonlara ne demeli? Güya engelliler için yapıldığı söylenen ama erişilebilirlikle ilgili hiçbir detaya dikkat edilmeyen. Ne gerek vardır ki, size verirler bir refakatçi. Her şeyi o yapacaktır zaten. Ne zaman orada tek başına bir şey yapmaya, bir yere gitmeye kalksanız, bitiverir yanınızda başkası. Aman; çok tehlikelidir orası, “durun, ben götürürüm sizi” der. Benzer şeyler öylece sürer gider.
Kısaca dostlar, ailelerin, arkadaşların, akrabaların, yetkililerin, müdürlerin, sokaktaki sıradan bir insanın, restorandaki garsonun hep bir bildiği, hep bir kendi gündemleri vardır. Muteber kişiler olarak onlar ne yapıyorlarsa sizin iyiliğiniz içindir. Sizin iyiliğinizin ne olduğuna ancak onlar karar verebilir. Siz onlara koşulsuz uyduğunuzda en makbul, en geçimli kişisinizdir. Ses çıkardığınızda ise huysuz ve geçimsiz… Hep böyle yaşadığınızda ise kişiliğinizde oluşan yaralar hata da yaptırabilir size. Örneğin, ben son dönemlerde gerçekten desteğe ihtiyacım olduğu zamanlarda bile bunu almaktan ve istemekten çekinir oldum. Sağlıklı bir etkileşimin sonuçlarını anlamakta güçlük çektiğimi fark etim. İstediğim, her şeyi tek başına yapabilmek, bu yolla kişisel olarak kendimi kanıtlama çabası değil oysa. Ne zaman ve nerede destek isteyebileceğime kendim karar vermek istiyorum ama “evdeki kırlent” etkisi bu kararı sağlıklı vermeyi de etkiliyor, hatta etkilemiş. Siz, siz olun ve birine “dur, ben yaparım” demeden önce üç dört kez düşünün olmaz mı?
“Evdeki Kırlent” için bir yanıt
Engin söz veriyorum ki kendi adıma “ben yaparım” demeden önce çok daha fazla düşüneceğim. Çok doğru, çok haklı, çok gerçek bir anlatım olmuş. Saygıyla / BELGİN