Kategoriler
Yüreğimden ve Aklımdan Damıttıklarım

Ebeveyn

– Birlikte koşabilir miyiz?

– Hayır, biz onun riskini alamayız.

 

– Şelaleye birlikte tırmanalım mı?

– Sakın, çok tehlikeli orası. Biz bile zor gidiyoruz.

 

– Kan verebilir miyim?

– Yanınızda kimse yoksa olmaz.

 

İlk yanıtı koşu için başvurduğumuz bir spor grubundan, ikincisini çok yakın bir arkadaş grubundan, üçüncüsünü de Kızılay’dan aldım son bir hafta içinde. Neyse ki son iki olayda ısrarlarım galip gelip istediklerimi yapabildim. Koşu meselesinde ise halen süreç askıda.

 

– Anne top oynayabilir miyim?

– Hayır, çıkamazsın tek başına dışarı.

 

– Resim yapabilir miyim?

– Hayır, İngilizce öğretmenin gelecek.

 

– Kitap okuyabilir miyim?

– Önce 200 soru çöz.

 

Bunlar da binlerce çocuğun sözde koruyucu kollayıcı ebeveynlerinden aldıkları yanıtlar…

Özellikle orta sınıf ailelerin çoğunda çocuklarına gösterdikleri davranışlarla toplumun sakatlara gösterdikleri tutum ve tavırlar o kadar benzer ki şaşarsınız. İşte o benzerliği irdelemek istiyorum biraz.

Günümüz orta sınıf ailelerinin birçoğu çocuklarını bir bireyden çok sanki bir yatırım amacı, bir proje olarak görüyor. Bu projelerini de kendi istedikleri gibi şekillendirmek, çocuklarını kendi hayal ettikleri biçimde yoğurmak için ellerinden geleni yapıyor. Bunun birkaç nedeni var esasında. Birisi geçmişle hesaplaşma… Anne baba geçmişlerinde yaşayamadıkları, olamadıkları her şeyi çocuklarının olmasını arzu ediyor. Bir nevi çocuklarına davranırken anne babalarına yanıt veriyor. Kendilerini çocuklarıyla kanıtlamaya çalışıyor.

İkinci neden ise bir sosyal rekabet. Ebeveynler çocukları üzerinden kendi güçlerini test ediyor. Çocuğunun iyi bir üniversiteyi kazanması, sınıfta okumayı söken ilk çocuk olması, sınavda en yüksek notu alması, aslında kendi başarıları ve kendi statülerine hizmet ediyor. Sosyal prestijleri artıyor çocuklarıyla. Bu ailelerin bazıları işi o kadar abartıyor ki, “biz” sözcüğü her cümlelerin başına bir ön söz olarak yerleşiveriyor. “Biz sınavımıza girdik, ödevimizi yaptık, pek mutlu olduk…” Hiç tesadüf değil bu birinci çoğul şahıs cümle kalıpları çünkü o ebeveyne göre gerçekten de ortada bir “biz” var.  Hatta daha da derinde bir “ben” var. Çocuğuna yaptığı yatırımın sonuçlarına göre sevinen veya üzülen bir “ben”.

Üçüncü sebep oldukça tanıdık ve temel bir içgüdü; neslin devamı. Buradaki devamlılık bir ideal, bir sürdürülebilirlik. Bir avukat, işlerini devredeceği yeni bir avukat görüyor çocuğunda. Bir siyasetçi, aynı fikir ve ideolojiye sahip enerjik bir genç. Bu tarz ebeveynler için her şey baştan belirlenmiş ve kurgulanmış. Kalıplar hazır.  Çocuğun tek yapması gereken bu kalıplara sessizce girivermek.

Her üç durumda da ebeveyn her şeyi çocuğu için yaptığına inanıyor. Onun için en iyisini isteyen, saçını süpürge eden fedakâr anne ve/veya baba. Ancak ortada küçük bir sorun var: bundan çocuğun haberi yok. Zira çocuk birey olarak ortada yok. Ona isteklerini, beklentilerini, hayallerini soran olmuyor genellikle. Neyi, nasıl hayal etmesi gerektiği, nasıl oynaması, ne izlemesi, neyi ne zaman yemesi gerektiği zaten belli ve sorgulamak anlamsız. Bu çocukların sanatsal faaliyetleri bile kendi istekleri dışında. GETEM’e her yıl benzer aileler gelir. Çocukları kitap seslendirmelidir çünkü yurt dışı üniversite başvurularındaki sosyal sorumluluk bölümü için bir şeyler gerekir.

Her ne kadar bu yazının konusunun dışında olsa da tam tersi ebeveynler de az değil. Onlar da çocuk yetiştirmeyi onların her dediğini yapmak, her istediklerini almak olarak algılıyor. Onlara göre bu şekilde çocuk özgürce büyüyor fakat aslında burada da bir sorumluluktan kaçma var.  Kaliteli vakit geçirmek yerine eline telefonu verip veya bir çizgi film açıp kurtulmak. Birlikte oyun oynayıp deneyimleri paylaşmak yerine hediye alıp baştan savmak. Tek avuntuyu midenin doyması olarak görüp ruhu doyuracak hiçbir şey yapmamak. Çocuğun ihtiyaç duyabileceği güven, danışma, akıl alma yolları ortadan kalkıyor.

Bazı durumlarda da ebeveynler olaya başka bir boyut katıyor.  Adeta çocuklarının onların ebeveynleri olmasına izin veriyor. Onlar için çocuk bir araç, bir kurtarıcı sanki. Kardeşine bakması gereken, ev işlerini yapması, anne babasını bir yerlere götürmesi gereken bir hizmetkar. Çocuğa istemediği ve yaşı için ona ağır gelecek bir sorumluluk yükleniyor. Burada da durum birincisiyle farklı değil bir yönüyle. Her iki durumda da çocuğun kendi başına birey olabileceği alanlar bulunmuyor. Kişisel gelişimini özgürce ama güven içinde tamamlayabileceği taşlar eksik kalıyor.  Her iki durumda da çocuk kendisi için değil ailesi için büyüyen bir yetişkin oluyor ya da olamıyor. Her iki durumda da çocuk kendi seçimlerini değil ailelerinin onun için seçtiği rolü oynamak durumunda kalıyor.

Böyle bir ebeveyn süreci içinde büyüyen çocuklar da yetişkin olduklarında veya ellerine fırsat geçtiğinde benzer davranışları görece daha üstün hissettikleri kişilere karşı uygulamaya başlıyor. İşte sağlam sakat arasındaki ebeveyn ilişkisi resme bu noktada dahil oluyor. Benimle koşmak istemeyen spor grubu üyelerini ele alalım. Beni tanımıyorlar bile. Ne gibi yetilerim, performansım olduğundan haberleri yok. Sadece kör olduğuma dayanarak sakatlarla ilgili Nario-Redmond’un (2010) stereotiplerini aynen doğruluyorlar: bağımlı, cinsiyetsiz, beceriksiz. Benimle koşmanın riskli olduğuna karar veriyorlar ve bu riski alamayacaklarını dile getiriyorlar çünkü daha baştan eşliği değil yardımı temel alıyorlar ve çocukları adına her şey bilen yetişkin davranışı ortaya çıkıyor. Onu korumak için aktivitelerden men çünkü nasıl ki çocuk onlara göre neyin tehlikeli, neyin güvenli olduğunu bilemezse, nasıl ki onlarsız doğruyu yanlıştan ayırt edemezse, sakat kişi de bundan farksız. Ebeveyn olarak yapılması gereken çok basit: onu, ona rağmen korumak. Aslında korudukları kendi egoları ve vicdanları. Ya koşarken düşerse? Ya bir yerine bir şey olursa, bir ebeveyn olarak nasıl bakarım aynada yüzüme. Daha önemlisi eller ne der bu işe.

Bir süre önce Nario Redmond tarafından yazılan “Sağlamcılık: Sakat Önyargısının Neden ve Sonuçları” (2019) adlı kitabını özetledik birlikte. Orada çok çarpıcı bir söz söylüyordu yazar: “Acıdığın kişiyle arkadaş olamazsın.” Mesele de tam bu aslında. Kişiler sizinle birlikteliği bir partnerlik olarak görmüyor. Yardım eden yardım alan ilişkisi olarak görüyor. Hal böyle olunca da kendine sağlam birey olarak ebeveyniniz ve haminiz rolünü veriyor tanısa da tanımasa da sizi.

Şelaleye tırmanmak istediğimiz arkadaşlarımız bizi çok iyi tanıyan kişilerdi ilk örneğin aksine. Ne istediğimizi, nelerden rahatsız olduğumuzu çok iyi anladıklarını varsayabileceğimiz kişiler fakat tırmandığımız yer de tehlikesiz diyemeyeceğimiz bir noktaydı. Dizinize kadar gelen su da ayaklarınızı dikkatle basmanız gereken taşlar ve aralıklardan geçmeniz gereken bir kilometre civarında yol fakat bir kör için dikkatle hareket ettiğinde imkânsız olmayan bir hedef. Ancak işin tehlikesi arttığı anda, bizi tanıyan kişilerde bile ebeveyn duyguları ortaya çıkıyor. Ya oradan düşersek ve kırarsak bacağımızı? Aynı tehlikenin kendileri için de var olduğu gerçeğini yok sayıyorlar bir anda çünkü aynı önyargılar ortaya çıkıyor: “Ben bile zorlanırken sen nasıl çıkacaksın?” Bu “bile” sözcüğüne dikkat! O kadar sık duyarız ki bunu yaşamımızda, oradaki “bile” sağlamcı anlayışın tek kelimeyle göstergesi adeta. “Ben bile yapamazken…” Yani benim gibi normal ve sağlam biri bile zorlanırken, senin gibi bağımlı, cinsiyetsiz ve beceriksiz birinin yapması düşünülemez. Temel mesele o da değil. Kendimizin tehlikenin farkında olup kendi kararımızı verebileceğimize olan inanç yoksunluğu kritik problem. Tıpkı ebeveynlerin çocuklarını hiç dinlemeyip onlar için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiklerine emin olması gibi. Çocuğun bunu sorgulayabilecek bir kapasitesi olabilir mi hiç? Yine de daha derine indiğimizde korunan biz değiliz, kendi vicdanları… Yaşanacak olası bir kaza sonrası yaralanacak vicdanları ve ellere verilecek hesaptaki adisyonun yüksek oluşu sorun.

Kan verme vakası ise her gün, kamusal işlemlerde pek çok arkadaşımızın sürekli maruz kaldığı binlerce olaydan biri yalnızca. Gerçi benim olayım büyümedi. Israr edince, önce sizin için bir form vardı o olması lazım diye baktılar, sonra o formu bulunca biraz güncel mi değil mi tartışması ardından insafa gelip aldılar kanımı. Yine sıradan olamadı işlemler ama sonuçlanabildi bu sefer. Böyle zamanlarda ebeveyn olan birey değil kurumlar oluyor. Tek başına bir engelliden nasıl kan alınabilir? Yalnız başına bir kör nasıl hesap açabilir. Öylece mahzun mahzun içeri giren biri nasıl olur da kredi çekebilir? O ne yaptığını, nasıl yapacağını, olası sonuçlarını nasıl bilebilir? Cinsiyetsiz, bağımlı ve beceriksiz birinin değil şirket kurması tek başına sokağa çıkması bile nasıl kabul edilebilir?

Burada kurumların hassasiyeti ise tamamen duygusal. Yarın bir gün yapılan işlemler sonucu ya kendilerine hukuki işlem başlatılırsa? Ya sakat kişi beni kandırdılar diye dava açarsa? Haksız da sayılmazlar bir taraftan. Olası benzer bir davada kararı verecek hâkim ve hâkimler de önyargılardan azade olmadıkları için sakat kişinin kandırıldığı savına göre kolayca aleyhte karar verebilir ne de olsa. Yani benim değil kendi iyilikleri için yapılan kurumsal ayrımcılıklar. Yatılı okullarda öğretmenlerimiz bizi alışveriş için göndermezlerdi bakkala. Ağızdaki sebep ya size bir şey olursa yalanıydı. Gerçek neden, size bir şey olursa ben nasıl hesap verebilirim düşüncesi.

Kurumlara karşı hukuki yollar da pek işe yaramıyor ülkemizde çünkü bu sefer de yargı ebeveyn olmaya karar veriyor. Noterlere, bankalara açılan davalarda kişi kötü niyetli olmadığından “takipsizliğe” diye başlayan karar ve söylemler yok değil.

Kısaca, sokakta yürürken ne tarafa dönmen gerektiğine senden önce karar verenlerden piknikte birlikte vakit geçirmek yerine seni himaye etme niyetli yakın arkadaş ve akrabalarına, seni nasıl yapacak bu deyip okula işe kabul etmeyenlerden basit bir vekaleti bile tek başına verdirmeyen kurumlara kadar herkes üzerimizde bir ebeveyn rolü oynuyor. Sağlam ebeveynin çocuktan bile daha zayıf gördüğü sakat üzerindeki tahakkümü. Ne dersiniz bu tahakküme direnme vaktimiz gelmedi mi hala?

Kaynaklar

Nario‐Redmond, M. R. (2010). Cultural stereotypes of disabled and non‐disabled men and women: Consensus for global category representations and diagnostic domains. British journal of social psychology49(3), 471-488.

Nario-Redmond, M. R. (2019). Ableism: The causes and consequences of disability prejudice. John Wiley & Sons.

 

 

“Ebeveyn” için bir yanıt

Merhaba Engin Bey, Ebeveynlerin ve kurumların davranışlarını fevkalade izah etmişsiniz. Bu gidişat nereyedir? Bunları gördükçe ve yaşadıkça geleceğimizden ümitvâr olamıyorum. Ortaya çıkan tabloda çocukları ve gençleri suçlamayalım. Çünkü, Türk aile yapısı bozuldu. Sosyal yapı bozuldu. Vakit çok geç olmadan, gelecekte ana-baba olan çocuklarımızı, torunlarımızı iyi ve doğru eğitmeliyiz. Bu konuyu daha çok işleme koymalı, gündeme getirmeliyiz. Tebrik ediyorum. Sevda Hanım kızıma selam ediyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir